| |

Müntehir’in Günlüğü- Açılış-1

Yine tavana bakarak uyandım. Zaten uyandığınızda kaç tane seçeneğiniz vardır ki? Hem tavan ne kadar güzel; beyaz, berrak ve tüm kirlerden uzak. Sanki zemin dünyaymış da, dünyanın üzerinde tüm o kötülük ve zehirlerden; o insanların yarattığı zehirlerden uzakmış gibi. Kalkmam gerekiyor.

Kalkıp ilk iş olarak balkona çıkıyorum. Ne zamandır böyleyim anımsaması zor açıkçası. İşin açığı en son zamandır mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Sadece sabah uzun zamandır sigara içmediğinizden, bir de sabah temiz havayla birlikte başınız az biraz döner. O hafifleme olmadan günlerime başlayamıyorum. O gün hayata başlamak için, işe kendimi hafifletmekle başlamam gerekli. Malum, sırtımdan indirdiklerim zihnimdekilerde aynı değil.

Sigaramı yakıyorum. Ne güzel bir zevk bu! Tüm dertlerimi üflüyorum , o ilk yoğun duman gitgide havanın sonsuza yakın büyüklüğünde kayboluyor sanki. O sonsuzluğun içerisindeki kaybolma bana hayatımı hatırlatıyor. Ben de kayboldum; bir okyanusun ortasında gibiyim sanki. Kimse, ama hiçkimse yok. Arada birileri gelip beni çıkarıyor ama, biraz tanıdıktan sonra o soğuk ve ruhsuz sulara geri bırakıyorlar beni. İşin kötüsü yüzmek, yüzeyde kalmak, hayatta kalmak ne kadar zorsa en dibe batmak, nefessiz kalmak da bir o kadar zor ve zahmetli. Arada kalmışlığımın bana oynadığı bir başka analojik oyun daha.

Okyanusta kalmayı ben seçmedim; aslını istersen birçok şeyi çocukluğumda ben seçmedim: Okuduğum okul, yediğim yemek, giydiğim kıyafet, hangi dersleri ne kadar alacağım… Çocukluğumda benim için verilen kararlar ise artık beni taşımaya yetmiyor. Boğuluyorum kendi kusmuğumda.

Sigaram bitmiş, elim yandığında fark etmem ise büyük bir ayrıcalık. Derin düşünmenin verdiği cinste… Aslında o kadar da düşünmüyorum, sadece kendimi öyle inandırıyorum; çünkü bu kadar acının verdiği bir anlam olmalı hayatıma. Hiçbir şey olmamasına karşın bu kadar yoğun kanamaların kazandırdığı bir şey… Tek bir şey de olsa olmalı. Olmak zorunda.

Aslında önüne tavuk geldiğinde mızmızlanan, “Köfte yok mu anne ya?” Diye sızlanan bir zengin veletinden farkım yok. O da köfte yerine tavuk geldiğinde kendi çapında bir acı çekmiş olmuyor mu? Ama bu acı onu ne kadar farkındalığa ulaştırıyor? Daha da önemlisi, -çektiğin acıların farkındalık kazandırması soru işaretini de kenara bırakarak- bu farkındalık ne kadar yararlı ki? Tek yaptığın şey bu, acı çekip bir şeylerin düzelmesini bu acıya bağlamak; sonunda da diğerlerinden üstün olacağına inanmak. Çünkü diğerleri çekmiyor, senin kadar kendi kusmuklarında boğulmuyorlar. Bulantı yavaştan kendini gösteriyor. Lavaboya gitmeliyim.

Elimi yüzümü yıkayıp aynaya bakıyorum: Gözlerim duygusuz, altları ise bu boşluktan yararlanıp şişmiş… Yaşıma rağmen saçlarımda beyazlar çıkmış, işin açığı daha az umrumda olamazdı. Tek istediğim, içime döndüğümde düşünme çarklarımda bir engel olmaması. Her neyse. Genetik piyangodan amorti bile çıkmamış olması cidden benim şanssızlığım sadece. Aurelius burada olsa elimde olmayan şeyler için harcadığım saniyeler yüzünden falakaya yatırırdı beni.

Kahvaltı vakti. Sigara beni bir nebze doyurmuş olsa da, yine de çay içmem gerek.

İşte Müntehir! Çektiği günlerden birisinin bir sabahı bu sadece. Kendini hem yüceltip hem de değersiz görmesi… Hem übermensch hem de untermensch… Hayatın basit cilveleri içerisinde kaybolmuş bir zavallı…

Benzer İçerikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir